Ayşegül Laponya'da
- Mekanın Ruhu
- 25 Ara 2024
- 7 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 2 Oca

Hayat ne garip. Ve insan kendini ne kadar az tanıyor.
Bana “Haydi haritadan seç de bir yere git” deseler, Finlandiya, Laponya Kuzey Işıkları turu listeme girer miydi, girse sondan kaçıncı sırada olurdu bilmiyorum. Ben şehir insanıyım, tarih, kültür, mimari, sanat severim. İnsanın emeğini, sanatını ona yansıyan hayal gücünü izlemeyi severim. “Kul yapısı” işlerden sızan yaratıcı güç büyüler beni.
Ve takdir edersiniz ki Laponya’da bunlardan hiçbiri yoktu. Sadece kar, bitmeyen gece ve doğa vardı. Üşüyen, şehir tutkunu bir kadın için pek de bir şey ifade etmeyen özellikler. Peki beni oraya götüren şey neydi? Anahtar sözcük: Değişiklik.
Bir değişiklik arıyordum. Kafamı son senelerde çokça yormuştum. Sevdiğim bir dünyam vardı ama her şeye bir tatil gerekirdi. Ve işte Laponya; aradığım değişiklikti: Kültür, sanat yoktu ama doğa, macera ve soğuk vardı. Bir süre alışık olmadığım bir dünyada dolaşmak bana iyi gelir diye düşündüm ve turu kaptım. Sonuç ise beklediğimden daha iyi oldu; başka dünyaların kapıları aralanmış, başka levellerde güzel maceralar yaşanmış ve limitlerim zorlanmıştı. Yenilenmiş, mutlu olmuş ve ömürlük hatıralar atmıştım heybeye. Arada bir kendimiz olmaktan sıyrılıp farklı seçimler yapmak çok iyi bir fikirmiş meğerse!
Sonra turumuz başladı. İstanbul’dan direkt Finlandiya Rovaniemi’ye uçtuk ve -13 derece soğuk havaya indik. Sanki bir kar küresinin içine girmiş gibiydik, her yer göz alabildiğine beyaz, çamların üstü kar, geyikler, husky köpekler, sim gibi ışıklar… 66. Derece kuzey kutup dairesine adım attık ve macera başladı.
Turda bir çok aktivite oluyor; bizdeki ilk snowmobile ile yolculuk ve buz tutmuş gölü delerek balık tutma idi. Motorlu taşıtlara mesafem burada da değişmedi, misafir olarak arka koltukta gidip geldim. Benim asıl maceram Husky köpekleri turunda başladı.
Husky köpekleri ile yapılan turda 4 köpeğin çektiği neredeyse ilk insanlardan kalma kızağa 2 kişi biniyorsunuz. Biri oturuyor, biri ise ayakta kızağı idare ediyor. Sürüyor demiyorum, çünkü kızağın bir direksiyonu yok: köpekler yolu biliyor ve sizi yönlendiriyor. Sizin tek yapmanız gereken hiç durmayan bu köpekleri kontrol etmek için tek ayağınızla demir bir freni toprağa sürterek kızağı yavaşlatmak. Durmak istiyorsanız da 2 ayağınızla beraber bu frenin üstüne abanmalısınız. Ve çok önenmli bir uyarı, eğer oturan yolcu kalkmadan siz frenden ayaklarınızı çekip inerseniz Huskyler onu alıp götürebilir 😊 dolayısıyla dikkatli olmakta fayda var.
Laponya’da hava erken karardığı için karanlıkta kızaklara geçtik. Önce ben yolcu koltuğuna oturdum ve turdan misafirimiz ve arkadaşım Ahmet sürücü olarak ayakta seyahate başladık. Huskyler koşup ormana dalarken ve bizim gölgelerimiz ağaçların gölgelerine karışırken bilin bakalım aklıma ne geldi? Kurtlarla koşan kadınlar kitabı. O kitabın tüm hikayesi de bu değil miydi? Kendi karanlık ormanımıza-iç dünyamıza- girme, içgüdülerle yol alma, gücünü eline alma. Kendimi o kitabın sayfaları arasında hissettim. O ana dek hayatımda hiç kendimi kurtlarla koşan kadınlar gibi hissetmemiştim.
Sonra manzarayı seyretmeye başladım. Kutup yıldızı çıkmıştı, çamların arasından, buz tutmuş gölün üzerinden ona bakarken kendimi 10.000 yıl önce burada yaşamış Sami halkı gibi hissettim. Onların kullandığı alet ve yöntemlerle, hiçbir modern ekleme olmadan köpeklerin çektiği kızakla onlar gibi göç eder gibiydim. Sanki zaman hiç akmamış gibiydi.
Sonra kızağın sürücüsü olma sırası bana geldi. Bazı konularda çok korkak olabiliyorum, sürücü olmak da bunlardan biridir. Ama bu sefer bunu gerçekten yapmak ve kendi içgüdülerimle iletişimde olmak gibi köpeklerle iletişimde olmak istedim ve kızağın başına geçtim. Bir taraftan da hayret ediyordum; kendimizi nasıl köpeklere emanet ettik diye. Bizi koşarak başka yere götürseler ya da yolu kaybetseler ya da bize saldırsalar elimizden hiçbir şey gelmezdi. Ama bunu düşünmemiştim bile.
Neyse Ahmet’le yer değiştirip kızağın başına geçince, parkurun daha engebeli kısmının da başlamış olduğunu anladım. Köpekler hızlı ve coşkuluydu bazı virajlara sert giriyorlardı, frene basmak onlarla senkronize olmak gerekiyordu. Ve bazı yerlerde, yokuş çıkarken köpeklere yardım etmemiz gerektiğini baştan söylemişlerdi. O anın ben sürücü, benim 2 katım ağırlığındaki Ahmet’in de yolcu olduğu an geleceğini nereden bilebilirdim? Bir yokuşta baktım köpekler hareket etmeyi kesti, bir ayağımı kızaktan indirip var gücümle kızağı ittim. İçimden çıkan Seyit Onbaşı beni şaşırttı mı hayır? Ama yine de zor bir görevdi, hem itmek hem de hızlanan kızağa kendini atabilmek.
Ama hayatımın en güzel deneyimiydi, zaman çökmesi olmuş da 10.000 yıl öncesine dönmüş gibiydim, cevval göçebe bir kadın gibiydim, yıldızlara bakıp yön bulabilen, köpeklerle iş birliği yapabilen, doğayı okuyup kışın nasıl geçeceğini anlayabilen biri gibiydim.
İçimdeki cesaret de bu maceraya çağrıya sessiz kalamamış ortaya çıkmıştı. Mutluydum, hem de çok 😊
Yaşadığımız bu deneyim ise küçük bir hayat simülasyonu gibiydi; düz yolları, dönemeçleri olan, şaşırtan, bazen kendini içgüdülere bırakıp bazen kontrolü ele alıp frene basmayı gerektiren, bazen yıldızlara ve ışıklara bakıp mesut olurken bazı yokuşlarda güç göstermen gereken; günün sonunda içindeki güce, tutma ve bırakma haline hayran kaldığın bir yolculuk; aynı hayatımız gibi…
Mesela geyik kızakları böyle değildi, o tam bir atlı karınca gibiydi, aheste aheste geyiklerin, üzerinize yağan karın ve manzaranın keyfini çıkarabileceğiniz bir an gibiydi. Orada ise bir komşu halk ile karşılaştık: Samiler! Laponya’nın yerli halkı olan Samiler geyik yetiştiriciliği başta olmak üzere tüm otantik işleri yapıyorlar. Eskiden çadırda yaşıyorlarmış, şamanlar, dilleri Ural Altay dil Ailesine mensup ve daha da önemlisi nazara inanıyorlar! Bu aklınıza kimi getirdi? Bizi mi? Çok haklısınız çünkü Samilerin de ya Türk ya da Orta Asya’da Türklere komşu bir halk olduğu düşünülüyor. Oradaki kadın bizi bir çadırda karşıladı, tepeye nazarsavar olarak bir geyik kafatası asılmıştı, nazardan korktuğu için geyiklerinin ve çocuklarının sayısını söylemekten kaçındı 😊 Sarışın tipi tam tutmasa da tam bir Konyalı teyze vibe 😊 Sonra Şaman davulunu çaldık, kürkleri inceledik ve geyiklerin ne mükemmel hayvanlar olduklarından konuştuk… Onlara Türklerle benzerliklerini anlatınca çok şaşırdı ve ilk kez duyduğunu söyledi hatta sonradan gelen eşine de anlattı. Sonra ona bir şaman ayinine katılıp katılamayacağımızı sordum ki bu herkesin çok ilgisini çekti. Zaman kıstı sebebiyle ayarlayamadık ama bir dahaki sefere bunu da deneyimlemeyi dört gözle bekliyorum.
O gün geyik kızaklarına bindikten sonra yabancı şehirlerde oynadığım oyunlardan birini oynamanın zamanı gelmişti. “Rüzgara bırakma” oyunu.
Oyunun 2 kuralı vardı: 1-Kendinizi adeta bir “yaprak” gibi rüzgara bırakacaktınız
2- Sıradan kişilere uzamnlara güvenir gibi çok güvenecektiniz.
Ben de tam olarak öyle yaptım. Kendimi yaprak gibi rüzgara bıraktım ve hiçbir plan program olmadan gün beni nereye yönlendirirse oraya gittim.
Bunun için de önce 2. Kuralı uyguladım. Finlandiya otelimizdeki Resepsiyon görevlisi kıza içten bir güvenle nereye gitmemi tavsiye ettiğini sordum. O da İsveç’e gitmelisin dedi. Hiç itiraz etmeden peki nasıl gidebilirim dedim? O da yolu tarif etti. Meğer yürüyerek İsveç 15 dk imiş. Hemen hiç hesapta yokken İsveç yoluna düştüm tabi. 15 dk. Sonra İsveç’in en güzel 2. Binası seçilmiş olan oteldeydim. Orada bu sefer de barista olan Yanni’ye aynı soruya sordum ve tüm gücüyle en doğru cevapları vermeye, şehrini tanıtmaya çalıştığını hissettim. Kalkarken soğuk diye bilinen İsveçlilere inat Yanni kahvemin ikram olduğunu söyledi ve oteli gezebileceğimi ekledi. Gerçekten filmlerde gördüğümüz binalardan biriydi.
Diğer gezilecek yerlere görmek için yola çıktım, hedefim bir su kulesiydi. Orada yürüyüş yapan bir yaşlı anne ve kızı ile karşılaştım. Onlara Lenin’in Rusya’ya gittiği tarihi tren istasyonuna nasıl gidebileceğimi sordum. Orası uzak gel biz seni götürelim dediler. Ve Stina ile birbirimize hayat hikayemizi anlatarak yol aldık. Sanki karşılaştığım herkes İsveçliler hakkındaki soğuk, cimri, ketum vb önyargıları yıkmaya kendini adamış gibiydi.
Stina bu arada adeta bir yerel rehbere dönüştü, bana orada ilk açılan tarihi mağazayı, en çirkin binayı yiyebileceğim yabani yemişleri gösterdi ve beni tren istasyonuna bıraktı. İsveç’in en güzel 3. Binasını da görmüştüm böylece.
Bu küçük turda hemen bende ışıklar yandı tabi. “Yıldızlı bir Gece” turlarıma neden İsveç’i eklemeyeyim ki diye düşündüm. Ve akşam gruba sürpriz bir İsveç gece turu yaptım. Kahvemizi içmeye ve bu mekanları ziyaret etmeye İsveç’e gidip geldik. Bir gün içinde yerlilerin ve küçük rüzgara bırakma oyunumun sayesinde 2 ülkeyi kapsayan bir rotada, ülkenin de en güzel 2. Binasını ele alacak şekilde bir tur çıkarmıştım bile… Rehberlik yetenekleri de gelişiyor insanın, yerel halkın gücünü kullanmayı, gezilecek yerleri anında bulup içinde çekilen filme kadar öğrenmeyi, rotayı şıp diye çıkarmayı saatler içinde başarır bir hale geliyorsunuz. Şehirlerin ve insanların dilini çözebiliyorsunuz ya da onlar anlaşılmak için kendilerini anlatmaya can atıyorlar siz kalbinizi ve aklınızı onlara açınca. Hayat ne güzel, kaderin rüzgarları insanı arkadan nasıl da destekliyor bazen…

Tabi hepsi bu kadar değil. Bir de hikayenin Buzkıran Gemisi faslı var. Aynı şeyi yine yazacağım, insanoğlu ne garip. Sürekli bir adım öteye geçmek istiyor, yapamayacağımı yapmak, engelleri aşmak istiyor. Mesela bir buzkıran gemisi yapmak kimin aklına gelmiş? Yollar ve denizler buzla kapanmışken insanoğlu buna razı gelememiş; aşmak istemiş, gitmek istemiş, buzla savaşmaya karar vermiş. Her hün mü buz tutuyor o zaman ben de her gün baştan kırarım onu demiş. Yapmış, etmiş, tonlarca çelik taşımış, üşümüş, ıslanmış ama vazgeçmemiş. Hırs mı dersiniz, azim mi bilmiyorum ama doğa ile zaman zaman savaştığımız bir gerçek. Sonra bu sevgili insanoğlu’nun merakı durmamış, acaba bu buz gibi suda yüzülür mü demiş. Yüzmek istemiş; bulmuş buluşturmuş, soğuğu hissetmeden suya girebileceği kıyafetlerle yüzmeyi de başarmış. Sonra bunu dünyanın öbür ucundan gelen insanlara deneyimletmeye karar vermiş. İnsanlar da gelmiş ve işte buz denizinde yüzüyorlar! Kendi istekleri ile! İnsan gerçekten sınırları aşmak istiyor, unutamayacağı deneyimler yaşamak istiyor. Olmazı oldurduğunu, cesaret ettiğini görmek istiyor. Ve buz denizinde yüzmek bunun için çok doğru bir eylem. İnsana unutulmaz bir gün yaşatıyor. Tabi herşey yüzmekten ibaret de değil. Buzkıran gemisinin buzları kırarak ilerlemesi, kırılan buzların çıkardığı o sesler çok etkileyici. Inception filmini hatırlar mısınız? Hani orada rüyalar yıkılıyordu. İşte aynen onun gibi buzlar yıkılıyor, ve bu insanın içinde bazı yerlere fena halde denk düşüyor.
Eh yazı insanoğlunun bir şeylerin peşinde koşması haline gelmişken Kuzey ışıkları avından da bahsetmek isterim. Ava çıktık, atalarımız gibi, onlar karnını doyurmak peşindeydi biz ise ruhumuzu ve gözümüzü. Dünyada insanı en çok cezbeden şey Allah’ın sanatı elbette, bu yüzden herkes kuzey ışıklarının peşinde. Kuzey ışıkları elbette çok güzel, ömürde bir olsun insan yine de görmek istiyor onu ama onun kadar güzeli bu av meselesi. IV. Murat demiş ya “Bağdat’ı almaya çalışmak Bağdat’tan daha güzeldi” aynı o hesap Kuzey Işıklarını görmeye çalışmak da en az Kuzey ışıkları kadar güzeldi. Heyecanla bir oraya bir buraya koşuşturmalar, üşümeler, sıcak çikolatalar, gördün mü göremedin mi, o taraftan mı çıkar bu taraftan mı, şoförü ikna edip otobüsü derin ormanın için sokmalar, farı kapattırıp ava başlamalar ve tüm o neşe unutulmazlar arasında yerini aldı….
Güzel bir geceydi.
İşte böyle. Yaşlandığımda da hatırlayacağım anılar doldu heybem. En değerlilerim, hayatımın mücevherleri…

Opmerkingen